26 Aralık 2010 Pazar

Mevsimler

  Geçtiğimiz günlerde bir spor mağazasına girdim. Burnuma gelen işte o kokuydu! Likralı Polyester* kumaş kokusu.
* * *
  Basbayağı, o koku mayo kokusuydu. İlk bahardan başlayarak her mağazayı istila etmeye başlayan o koku. Havalar ısınmıştır, bahar gelmiş, başınızda kavak yelleri her yıl olduğu gibi yine ve yeniden esmeye başlamıştır. Gençseniz genç olduğunuzu hatırlamış, yaşlıysanız genç olduğunuzu sanmışsınızdır. Böyle bir dönemde kendinizi bir mağazada bulursunuz. Mayolar, şortlar gözünüze çarpar. İçerisi artık yavaş yavaş deniz kokmaya başlamıştır sanki. Aklınıza hayat gelir. 3 aylık (öğrenciyseniz tabi) (öğrenciyseniz ve yaz okulunuz yoksa.of lanet.) tatiliniz aklınızdan çıkmamaya başlar. Gireceğiniz denizler, giyeceğiniz mayolar hayallerinizi süslemeye başlamıştır.
  Gel zaman git zaman havalar iyice ısınmaya başlar. Bir hevesle aldığınız mayoların içindesinizdir. Deniz kenarında yatıyorsunuzdur hatta. Fakat sular içinde. Üzgünüm, o sular deniz suyu değil; terdir. Bir tatil beldesindeyseniz tamam da, şehirdeyseniz iğrenç, yapış yapış, yorucu bir sıcaklığa mahkum olmuşsunuzdur. Ve aylarca hayalini kurduğunuz, uğruna bahar ortasında sınavlarınıza konsantre olamadığınız o mevsim, size cehennem azabı gibi gelir.

  Hatta içten içe deriz ki: KIŞ GELSİN!

* * *

  Bunları o mağazaya girip de karşımda mayolar yerine bereleri gördüğümde bir kez daha düşündüm. Gerçekten içinde bulunduğum zamanın kıymetini bilmiyorum. Genelleme yapıp boş yere herkesi aynı kefeye koymak istemedim ama biliyorum ki yalnızca ben değil, çoğumuz böyle. Kaybettiğimiz mevsim daha kıymetli, daha değerli geliyor. Mesela her sonbaharda (kışta bile değil) yazı özlemeye başlıyorum. Zira işte kış gelmişti. Ve ben mayolar yerine bereleri gördüğüme üzülüyordum. 

  Her bir mevsimin ilk aylarındaki değer diğer aylarında devam etmiyor. Alışıyoruz. Yaşadığımız mevsime alışıyoruz. Bir yerden sonra keyif almamaya, şaşırıp sevinmemeye başlıyoruz. Mevsim ve özellikleri o kadar sıradanlaşıyor ki gözümüzde, o kuşların cıvıltısını, o güneşin parlayışını, sonbahar yapraklarının sarartısını ya da karın burnumuzun üstüne düşüşünü hiç hayal etmemişiz, hiç dört gözle beklememişiz gibi davranmaya başlıyoruz.  Bu yazıyı yazdıktan sonra da değişmeyecek bu. Sadece deneyeceğim. Mesela yarın ki büyük yağmurda ıslanırken şapşal gibi keyif almaya çalışacağım.

(Nereye keyif alıyosun lan, şemsiyem bile yok.)

* Babama mayoların yapıldığı kumaşın adı ne diye sordum. Likralı Polyester dedi. Babamın yalancısıyım valla. Nerden bileceğim ben kumaş türlerini.

19 Aralık 2010 Pazar

Pınar'ım.

O benim kıvırcık saçlımdı.
O benim koskoca bir programı izleme sebebimdi.
O erken-ergen dönemimde iç dünyamı renklendiren kızdı.

Evet, o Pınar idi.

Akademi Türkiye programının başına geçip, sıranın Pınar'a gelmesini beklerdim. Onun sırası geçtikten sonra da kamera onu çeksin diye beklerdim. Annem babam ısrarla "Bu kızın sesi zoraki çıkıyor!" buyursa da; hayır, onun sesi biricikti. Orijinal bir ses tonu vardı ve insanlar bunun farkına varmaktan aciz idiler.

Kolay mı. O, o zamanki yaşamıma kadar Sms'le oy attığım tek insandı. Hala daha öyle. O yarışmadan biri gidecekse o Özgür olmalıydı. Gitti yabancı damat oldu zaten. O yarışmanın ödülünü hakeden biri varsa o Pınar idi. Onun mutluluğu benim mutluluğumdu. Onun kıvırcık saçlarının içine periler yuva yapmıştı. O periler, Pınar şarkı söylerken her bir saç telinden tırmanıp şarkıya eşlik ediyordu. Pınar'ın çok saçı vardı. Bu çok peri demekdi. Birşeyi ise yeni yeni keşfediyorum. Pınar'ın da, perinin de baş harfi "P"dir.

Neyse.

O Pınar, bu akşam Disko Kralı'nda. Ve o Pınar dumçıkı bir pop şarkısı söylüyor.
O Pınar çok değişmiş.
O Pınar'ın gözlerini para kör eylemiş.
O para ona, asiliğini yansabilecek bir müzik olan rock yerine, paranın olduğu popu seçtirmiş.

Ah o Pınar.
Gençliğimin Pınar'ı

Bana eski Pınar'ımı geri verin, eh periler.

Bana Pınar'ımı verin.

Ben ona yine sms atarım ki.

17 Aralık 2010 Cuma

Günlük

Hayatımda yaptığım en mantıklı hareket bir buçuk senedir günlük tutuyor olmam. Bu bir buçuk senenin hayatımın en epik dönemine gelmesi de hayatımın bana bahşettiği bir güzellik.

Az önce üç defterlik arşivimin ilk defterinin bir bölümünü okudum. Çok heyecanlı. O zaman yeni tanımaya başladığım kişilerin şu anda hayatımda olduğu yerler, aşık olduğum kız hakkında düşündüklerim, ona yaklaşmayı nasıl da bir türlü cesaret edemediğim, nasıl bir araya gelemeyişimiz, ama hayatın da nasıl bir şekilde yolumuzu aynı raya koyuşu gün be gün kaydedilmiş defterlere.

Gerçekten çok garip. Dünyada herhangi birinin ilgisini çekmeyecek kadar önemsiz bir yaşamım olmasına rağmen kendime inanılmaz heyecanlı geliyor. Hepimiz için aynı değil mi zaten? Bu bahsettiğim heyecan, hayatımızın "çekilir" olmasını sağlayan tek şey belkide. Olayın başında ne kadar ufak çapta olan bir olayın, ilerleyen zamanlarda ne şekle büründüğünü görmek, olayın sonunu göremeden, sadece önümüzdekini görebilen o saf halimiz ve bunların hepsini organize bir şekilde el altında bulmak.

İşe başlarken bu kadar güzel olacağını düşünmemiştim. Ama şimdi, ben var olduğum sürece, sıra sıra günlüklerim de var olmaya devam edecek.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Ben Biraz Gündem Hakkında Yazdım

Bak şimdi Kuzu'cum.
O işler öyle olmuyor. Senin partinin çocuğu sayın cumhurbaşkanımızın "uygun" görüp atatığı röktürü, sadece üstüne yumurta atıldı diye istifaya çağıramazsın. Ha, madem yapacaksın, öyleyse neden 1. sıradaki rektör adayı yerine 3. ve 4. sıradaki rektör adaylarını atıyorsunuz öyle değil mi ama? Bu konuda sayın cumhurbaşkanımızla çatışıyorsunuz ve bu sizin için fazla demokratik. Lütfen sayın cumhurbaşkanınızın seçimlerine saygı gösterin.

Mehmet Ali Şahin'cim, siz de bakınız.
Rica ederim üniversitedeki adamları bayanları ilkokul talebesiyle karıştırmayınız. Siz onların dersleriyle ilgilenip başarılı olmalarını bekleyemezsiniz. Ki bu sizin haddinize değil. Sizi ve partinizi eleştiren öğrencilere "derslerinize bakın" iması çok çirkin oldu, pek çirkin oldu. Biz de size işinize bakın diyoruz. Fakat bakamıyorsunuz. Keşke bakma yeteneğine sahip olsaydınız da, bu olaylar yaşanmasaydı. O gencecik kızında karnındaki bebek ölmeseydi.

Sayın Hüseyin Çelik,
"Bu çocukların giydiği montlar bile aynı." demişsiniz. Sizi seviyoruz.

7 Aralık 2010 Salı

Mete Beni Dürttü

Öyle Bir Geçer Zaman ki'deki Mete o öğretmenler odasını bastı, o toplantıyı da dağıttı ya, arkadaş 5 senelik lise çilem parmaklarımın ucundan akıp gitti böyle. Hani o her gün yüzlerine tükürmek istediğim adamların kadınların yüzüne tükürdüm, yakalarına yapıştım sanki. Arkadaş çok rahatladım lan. Bir de diyorum ki, sömestrda okula gitsem, müdürün odasına girsem ona şöyle bir nutuk mu çeksem. O okuduğum üç sene içinde (iki yılı ayrı, üç yılı ayrı lisede okudum ben) hiç cesaret edipte isyan edemediğim zamanların acısını çıkarsam şöyle. Kusura bakma Gandi, ama pek pasifist bir eylem olmayabilir. Düşünsene böyle, elimle masanın üstünü dağıtıyorum. Yalnız da değilim bir de, dışarıda "yardımcım" var mesela. Hatta işe bak ki, akşam saati müdürün arabası çiziliyor. Ups, o da ne, üzgününüm bayan müdür yardımcısı ama arabanızın kaportasında ufak bir göçük var. Hey bayım, sizin de camınızda bir çatlak görüyor gibiyim. Ödetmem lazım bana yaptıklarınızı size. Psikolojimi bozdunuz, dersinizi alacaksınız. Kimsenin cesaret edip de yapamadığı şeyi ben yapmalıyım. Mezun olduktan sonra olsa bile. İçimdeki öfke hala taze.

Evet, bu arada;
benim bazı şeyleri yapmam için başkaları tarafından gaza getirilmem gerekiyor.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Blogger vs. Moleskine

Bu aralar canım yine yazmak istiyor. Sürekli bir şeylerden bahsedip içimi rahatlatmak istiyorum. Havalardan galiba. İçimdekileri bu havalarda çok iyi duyuyorum. Fakat neye yazacağım ben? Dolabımda 2009 kışından beri tuttuğum 3. Moleskine defterim duruyor. Burada kucağımda ise netbookum. Aslında blogumda günlüğüme yazdığım kadar rahat yazacağımı sanmıyorum. Oranı ne olursa olsun deşifre olma ihtimali var. Ayrıca blog çok dijital.. Yani ne bileyim ben, hiçbir somutluğu yokmuş gibi. Buraya yazdığım yazılar 1 ve 0'lardan ibaret şeyler. Ama defterimde elime bulaşıp yayılan mürekkep izleri, kalemimi bulamayıp kurşun kalemle yazdığım yazılar, o yazıyı yazarken benimle aynı havayı teneffüs etmiş sayfalar var. O defterleri kimse ben ölmeden önce okumayacak. Çocuklarıma ve torunlarıma bıraktığım şey anılarımla dolu defterler olacak. Belki torunlarımı görmem. Belki onlara hiç bir anımı anlatamam. Onlar okuyacaklar. Belki de çocuğum bile olmaz. O zaman o defterleri ne yapacağımı bilmiyorum. Ayrıca yarın ölmeyeceğimi kim biliyor? Eğer öyle bir şey olursa da ailem alsın okusun. Belki kardeşceğizimin doğmamış, hatta belki onun da hiç doğmayacak olan çocuğu merak ederde okur. Ne kadar karamsarım, ne kadar ciddileştim bugün böyle. Ölümü düşünüp geleceğe miras bıraktığımı sanacak kadar. Hayır. O defterler kimse için değil. O defterler benim için. Kafamın içindekileri duyup görebilmem için. Dolayısıyla 1'ler ve 0'lardan oluşmasının bir sakıncası yok gibi he? Ayrıca yazılarımın hem burada hem defterde olması da bir seçenek. Neden olmasın? Sanki cezası var.

Evet sayın seyirciler. Blogger vs. Moleskine musabakasında kazanan olmadı ve karşılaşma başladığı gibi sona erdi.

5 Aralık 2010 Pazar

Maziden Gelen-2

Bugün ciddi ciddi dışarıda o kızı aradım. Minibüste, çay bahçelerinde, mağazalarda, sokakta yüzlere ayrı bir dikkatli baktım. Bir de gömleğime yazdığını okudum. Gömleğe yazmak da nesi?
Mezun olduğum okulda bir gelenek olarak mezuniyetin son günlerinde okul gömleğine yazılar yazılır, imzalar atılırdı. Ona da sağ kolumda bir yer ayırmıştım.
"Pis Fenerli! Seni tanıdığım için çok mutluyum. Seni her zaman hatırlıyıcam. Özellikle Fenerbahçe maçlarında. Seni çok seviyorum." yazıyor sağ kolumda. O beni kim bilir ne zaman unuttu gitti. Benim aklıma gelip gelip durdu ama.

Evet; bu arada,
yıllardır görmediğim birisini birden bire özleyecek kadar da manyak biriyimdir.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Maziden Koptu da Geldi

 Orta sonda servisimde bir kız vardı. Sabahları başını omzuma koyup uyurdu. Onu bir gece rüyamda gördüm. Bizim evde, bizimle birlikte oturuyordu bir gece. O rüyadan uyandıktan sonra o kızdan hoşlanmaya başladım. Tam da o sıralar o kız, benim bir arkadaşımla çıkmaya başladı. Vücudu çok güzeldi. İnce ve uzundu. Ses tonu çok güzeldi. Güzel bir kızdı. Ne var ki bir gün Galatasaray-Fenerbahçe maçı yüzünden kavga ettik. Çok salak bir kavgaydı. Birbirimize kırgın gibi davranmaya başladık. Aslında zaman içinde tekrar eskisi gibi olmaya başlayacaktık. Ama zaman kalmamıştı. Ortaokuldan mezun olmuştuk. Bir süre Msn'den konuştuk. Sonra iletişim tamamen kesildi. Şimdi ne telefonu var bende, ne Msn adresi, ne de Facebook'da bulabiliyorum. Ve bu sabah uyandığımda, üstünden kaaaç sene geçmiş olmasına rağmen onu özlediğimi farkettim.
Keşke tekrar yanımda olsa. Keşke onu bir yerlerden bulabilsem.
Bugün dışarıda karşıma çıksa mesela?

2 Aralık 2010 Perşembe


Aslında iyi bir çocuktu;



..ama tek eksiği kendi üstüne oturmasıydı.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Seviyor, Sevmiyor

Çarpık bacaklarını sevmiyorum.
Omzuma bile gelememesini sevmiyorum.
Bazen küçük bir kız çocuğu gibi davranmasını sevmiyorum.
Yürürken sol kolunu çantasını taşımakta zorlanır gibi geniş hareketlerle sallamasını sevmiyorum.
Basenlerinin büyüklüğünü sevmiyorum.
Alt dişlerinin çarpıklığını sevmiyorum.
Gülerken birşey söylemeye çalıştığında dudağının yamulmasını sevmiyorum.
Sürekli aynı şeyi giymesini, yeterince dişi giyinmemesini sevmiyorum.
Gülümsemesini kısmaya çalışırken dudaklarının aldığı şekili sevmiyorum.
Bazen şaşkın biri gibi davranmasını sevmiyorum.


Gülerken üst dişlerinin beyazlığını seviyorum.
Mutluyken, heyecanlanınca, üzüldüğünde, aslında her durumda, kaşlarını oynatışını seviyorum.
Beatles dinlemesini seviyorum.
Bana film önermesini seviyorum.
Nazım'ın şiirlerinde benim kadar heyecanlanmasını seviyorum.
Neşesini seviyorum.
Kendini göstermeye çalışmadan gösterebilmesini seviyorum.
Karikatürlere bayılmasını seviyorum.
Ses tonunu seviyorum.
Aşık olabilmesini seviyorum.

Yine de genelde ilk kısma takılıyorum.
Çünkü ben salak bir başağım.

Sosyalim Sosyalsin Sosyal

İki gün sonra dışarıya adım attım bugün. Haftasonumu evde oturarak, bakkala bile çıkmadan geçirdim. Ama bütün hafta boyunca hafta sonunu iple çekiyor değil mi insan? Sanki bir bok yapıp da çok eğlenecekmişim gibi. Sanki yüzlerce arkadaşımla bir araya gelip hangi partiye gideceğimize karar verecekmişiz gibi. Gitgide haftaiçini daha çok sever oldum. Bütün o ödevlere, sunumlara, sorulara, blok derslerde çekilen sırt ve bacak ağrısına rağmen en azından yalnız başıma olmuyorum. Etrafımda insanlar oluyor. Okulda beni görenler asosyal bir insan saymazlar. Sessiz biriyim tamam, ama bir köşede tek başına oturanlardan da değilim. Ama hafta sonu olunca etrafımda tek bir kişi bile kalmıyor. Aslında çağırsam mutlaka birileri benimle gelir. Ama neden yapayım? Sadece yalnız kalmamak için mi? Saçma. Çünkü ben herkesle eğlenemiyorum. Eğlenceden aklımın çıkması için belli başlı insanlar gerekiyor. Ayrıca eğlenceden aklımın çıkması olayı da şehirde asla olmuyor bana. Küçük bir tatil beldesinde sahilde olmalıyım anca.. Böyle işte. İki gün evde kaldıktan sonra dışarıya çıkınca afalladım tabii. Herşey çok parlak ve hareketli geldi. Dışarıya çıkmaksa mesele, çıktım işte. Yarın da dersim var. Desene 4 gün boyunca "sosyaliz".

28 Kasım 2010 Pazar

"Seeing the White One"

0 izleyiciden oluşan bir kitleye hitap etmek çok garip bir duygu yalnız. Ama belki olur da ilerde blogumu seven birileri olur, eski yazılarımı okumak ister filan, onlara buradan selam ediyorum. Blogumun ismi Tumblr'daki hesabımdan geliyor. Oraya da gökyüzünden geliyor. "White one" olarak ifade edilen şey aslında bildiğimiz aydır. Çünkü ben aya taparım. Ne zamanki geceliyin gökyüzünde pasparlak bir ay varsa ben ona bakıyor olurum. Ayı çok severim, pek severim.